İnceleme

Feroz Ahmad-Bir Kimlik Peşinde Türkiye

“BİR KİMLİK PEŞİNDE TÜRKİYE” İNCELEMESİ

Osmanlı Devleti’nin 623 yıllık tarihini 250 sayfaya sığdırmak ustalık ister. Feroz Ahmad, Bir Kimlik Peşinde Türkiye kitabında bu ustalığı göstermiş. Açıkça söylemek gerekirse tarihçiliğimiz, tarihimiz kadar eski ve zengin değildir. Bu sebeple özellikle Osmanlı tarihi alanında ders kitaabı niteliğinde eser vermek çok önemlidir. Özellikle olaylara dışardan bakan Feroz Ahmad, bizim göremediğimiz şeyleri görmemizi ve öğrenmemizi sağlamıştır.

Eser, her ne kadar tarafsız gözle yazılmış olsa da yazarın subjektif olması nedeniyle bütünüyle tarafsızlıktan söz etmek mümkün değildir. Örneğin eserin 3 Mayıs 1944 Türkçülük-Turancılık olayları bölümünde “Sanıklar beraat ettikleri gibi bir de yıkıcı bir ideolojiye, yani komünizme karşı çarpışan vatanseverler olarak övüldürler! Pantürkizm, uluslararası siyaset oyununda kullanılacak bir araç olmuştu” ifadeleri mahkemede yargılanan Hüseyin Nihal Atsız ve beraberindeki Türkçüleri uluslararası siyasete araç olan bireyler olarak lanse etmiştir. Kitapta dikkatimi çeken bir diğer unsur da Alparslan Türkeş’in neo-faşist olarak nitelendirilmesidir. İtalya’da doğmuş bir fikrin tüm milliyetçi camiada benimsenmesi mümkün değildir.

Kitap hakkındaki bir diğer eleştirim de “Çorum ve Kahramanmaraş Olayları’nda laik oldukları için alevilerin bozkurtlarca hedef alınması” ile başlayan bir sayfalık ifadedir. Zira bu olaylar ABD Büyükelçisi Alexander Peck, yöreyle ilgili etnik çalışmalar yaptıktan sonra başlamıştır. Kaldı ki Alexander Peck, o bölgede MHP, AP ve CHP il başkanlarıyla görüşmüştür. Milliyetçi Hareket Partisi’ni olayların tek sorumlusu olarak gösterilmesi büyük bir hatadır. Eser hakkındaki eleştirilerimden sonuncusu da kitapta Gün Sazak’a hiç değinilmemesi olmuştur. Çünkü 1980 darbesinde bardağı taşıran son damla Gün Sazak’ın şehit edilmesi olmuştur.

Türkiye’nin dönemsel şartları altında son altı yüzyıldır var olma ve bir kimlik oluşturma çabasını, bu süreçte etkili olan iç ve dış etkenler eşliğinde inceleyen Feroz Ahmad’ın bu çalışması Türkiye tarihi için bir referans kitabı olma özelliğini fazlasıyla hak ediyor. 1980 öncesi ve sonrası dönemde okuyucuyu yanlış yönlendirdiği düşüncesinin yanında geriye kalan bölümlerin kusursuz olduğunu söylemek mümkündür. Özellikle Osmanlı’nın kuruluşundan son demlerini yaşadığı sürece kadar ki dilim eksiksiz anlatılmış. Kitabın önsözünde, Türk kültürünün en önemli parçalarından biri olan Nasreddin Hoca’ya yerilmesi de esere renk katmıştır.

1. Bölüm: Osmanlı’nın Kuruluşu, Yükselişi ve Çöküşü

Feroz Ahmad, “Bir Kimlik Peşinde Türkiye” kitabını Osmanlı’nın kuruluşuyla başlatır. Anadolu coğrafyasında o dönemde bir çok beylik olmasına rağmen neden Osmanlı’nın içlerinden sıyrıldığını sorgular. Cihan hakimiyeti ülküsüyle 623 yıl ayakta kalmayı başarabilen Osmanlı, bu başarısını dini temelli hoşgörü politikasına ve gaza anlayışı ile yakalamıştır. Tarihte halkına zulmeden ve askeri alanda paralı asker sistemini uygulayan devletlerin akibetini çok iyi irdeleyen Osmanlı tarihten ders çıkarmıştır. Askeri nüfuzunu, gaza sistemiyle dini temeller üzerine atarak arttırmıştır. İnancı ve ülküsü için ölmeyi islami deyimle şehit olmayı göze alan askerler, üç kıtada Osmanlı’nın ayak izlerinin bulunmasındaki en büyük etkendir. Osmanlı padişahları, gaza ve cihat anlayışını sistemli bir şekilde uygulamaları önemli bir coğrafyada devletin 6 asır ayakta kalmasını sağlamıştır. Kuruluş dönemi sonrasında yükselme dönemi Osmanlı’sını anlatan yazar, kitabında özellikle II.Mehmed’e geniş yer ayırmıştır. İstanbul’un fethi, hoşgörü politikası, ülke sınırlarının genişlemesi, beyliklerin gücünü kırması gibi nedenlerden dolayı II. Mehmed’i Osmanlı’nın en önemli padişahı yaptığı görüşünü savunmuştur.

Coğrafi keşifler sonrası Osmanlı’nın sahip olduğu toprakların ticari önemini kaybetmesi, sınırları aşırı genişleyen Osmanlı’nın fethettiği topraklara aşırı harcama yapması gibi nedenlerden dolayı duraklama dönemine girmiştir. Duraklama dönemine yalnızca ekonomik nedenlerden dolayı girilmemiştir. O dönemde üç kıtada toprağı bulunan Osmanlı, yönetsel sorunları çözmek için sadrazam ve bürokratlara aşırı yetkiler sağlaması da duraklama nedeninin idari sebeplerindendir. Tüm bu ekonomik, idari ve askeri sorunlara rağmen Osmanlı 18. yüzyıla kadar ayakta kalmayı başarabilmiştir.

Osmanlı Devleti’nde askeri üstünlüğü yeniçeri ocağının bozulmasıyla sona ermiştir. Ülkede alım gücünün azalmasıyla yeniçeriler daha fazla maaş istemiştir. Bunu altın oranı düşük paralarla karşılamaya çalışan Osmanlı, politikasında başarısız olmuş ve yeniçerilerin askerlik dışında meslek edinmelerine engel olamamıştır. Ulema sınıfı ve esnafların da desteğini çekmesiyle yeniçeriler yalnız kalmış; patlak veren Yunan isyanının da bastırılmamasıyla iyice gözden düşmüşlerdir. 6 Haziran 1826 tarihinde, İstanbul’da Osmanlı padişahı II. Mahmut tarafından Yeniçeri Ocağı’nın topa tutularak yok edilmesi ve sağ kalanların ise idam edilmesi ile de Yeniçeri Ocağı kaldırılmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması tarihimizde “vakayı hayriye” olarak anılmıştır.

II. Mahmud, yenilikler önündeki en büyük engel olan Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasıyla birlikte “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” (Muhammed’in zafer kazanmış orduları) isminde modern bir ordu kurmuştur. Ordunun subay ihtiyacını karşılamak üzere Harbiye Mektebi açılmıştır. Bu dönemde eğitim ve askeri alanda modern yöntemler öğrenmeleri için Avrupa’ya öğrenciler yollandı. Ordunun başarılı olması için ordu ile din arasındaki ilişki kalktı. “Asakir-i Mansure-i Muhammediyye” katıldığı ilk savaşta Ruslara karşı iyi bir direnç göstermesine rağmen sayıca az oldukları için mağlup oldular. Osmanlı subayları aldıkları modern eğitim ile ilerlemenin öncüsü oldular. İlerleyen yıllarda yapılan savaşlarda bu ordu önemli başarılar elde etmiştir.

II. Mahmud’un vefatıyla yerine geçen Abdülmecid de reformları sürdürme taraftarı oldu. Osmanlı’nın çağdaşlaşmasıyla İngiltere’nin desteğinin alınabileceği öngörüldü. Bu dönemde Tanzimat adıyla bilinen 1839-1876 yılları arasını kapsayan bir reform süreci başladı.

Osmanlı Devleti, varlık ve bütünlüğünün korunacağını umut ederek 1839’da Tanzimat, 1856’da da Islahat Fermanı’nı ilan etmiştir. Yabancıların istekleri doğrultusunda uygulanan reformlar devleti zaafa uğratmış, iç ayaklanmalar kamçılanmış ve bölünme süreci hız kazanmıştır. Fermanların ilanındaki amaç azınlık haklarının iyileştirilmesi, akabinde milletlerin bağımsızlık düşüncelerinin önlenebileceğidir. Islahat Fermanı’nda konumuzla alakalı bazı maddelere değinirsek; mezhep, dil gibi hususlarda bir sınıfın diğer sınıf hakkında küçültücü tanım ve niteleme yapmaları kesinlikle yasaktır. Bunun yanında gayr-ı müslimlere verilen haklardan en dikkat çekeni mahkemelerde herkes kendi dinine göre yemin edebilecektir. Yine her toplum, ilgili bakanlığın denetiminde okul açabilecektir. Bu maddeler bugün Avrupa Uyum Yasalarının, Kopenhag Kriterleri’nin bize önerdiği maddelerin Osmanlı Devleti dönemindeki karşılığıdır.

17 yılda ilan edilen iki demokratik ferman, azınlıklara verilen haklar Osmanlı’nın Balkanları kaybetmesini engelleyememiştir. Tanzimat ve Islahat Fermanlarının bedeli, Rumeli’nin kaybı olmuştur.

Bu dönemde “Yeni Osmanlılar” adıyla aydın bir grup ortaya çıkmıştır. Aralarında vatan şairi olarak anılan Namık Kemal, Üç tarz-ı siyasetiyle ünlenen Yusuf Akçura gibi isimler vardı.Bu isimler Osmanlı’nın gelişme gösterememesinin sebebini İslam değil devletin dünya pazarının bir parçası haline dönüşmüş olmasına bağlıyordu.

Bu dönemde Abdulhamid eğitim alanındaki reformlara önem verdi. Ancak bu reformlar rejimin zayıflamasına yol açtı. Padişah bu reformları başlatarak adeta kendi mezarını kazdı. Müslüman nüfus arasındaki eğitim gayrimüslümlerin hızına yetişemedi. İlköğretim eğitiminin ihmal edilmesi toplumdaki cehalet oranını arttırdı.

Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının üzerinden yıllar geçmesine rağmen ordu içindeki kalıntıları devam ediyordu. Abdülhamid döneminde iki yolla subay olunuyordu. Mektepten okuyarak ve alaydan yetişerek. Mektepliler baskı devrini sona erdiren genç subaylardı. Alaylılar ise padişaha bağlı ve genellikle okuma yazma bilmeyen subaylardan oluşuyordu. Bu ikililik de ordu içinde çekişmeyi beraberinde getiriyordu. Birinci Dünya Savaşı öncesinde dönemin fikir akımı Türk milliyetçiliği değildi. Fakat İttihatçı çevrede artan bir milliyetçilik vardı. Savaş sonrasında Osmanlıcılık fikri de yerine Türk milliyetçiliğine bırakmıştı.

Bu yıllarda dönemin en önemli gelişmesiyse Osmanlı’da burjuvazi sınıfının doğuşu oldu. Osmanlılar, değişen ekonomik sisteme ayak uydurmak amacıyla kendi burjuvazilerini yaratmaya çalıştı. Bu burjuvaziyi halka yaymak İttihadçıların görevi haline gelmişti. Nitekim İttihat ve Terakki Cemiyeti önderliğinde küçük ticari işletmeler ve bankalar açıldı. Kapitülasyonların kaldırılmasıyla da büyük toprak sahipleri ürünlerini ihraç ederek zenginleşti. Bu insanlar Sevr Anlaşması’nın parçalayıcı maddelerinin uygulanmasına karşı çıkan milliyetçi hareketin belkemiğini oluşturuyordu.

II. Meşrutiyet, Osmanlı halkının zihniyetini değiştirmiş ve “vatan ve millet” kavramlarıyla tanışmıştır. Bu dönem yaşanmasaydı “ülke hanedanın ortak malı” olarak kalacaktı. Bu şartlar altında da milli mücadelenin başlaması mümkün olamazdı.

Dönemin tanınmış isimlerinin yer aldığı Jön Türkler, yarattıkları burjuva sınıfıyla bilinçli bir toplum oluşturmuştu. Bu grubun üyeleri Kurtuluş Savaşı’nın belkemiğini oluşturan Müdafai- Hukuk Cemiyetleri’ni de kurmuşlardı. İzmir’e çıkan Yunan birlikleri, kısa sürede milli mücadeleye dönüşecek yaygın bir hareketin etkeni oldu. Mustafa Kemal ve arkadaşları tüm yurtta halkı bilinçlendirici kongreler düzenleyerek Anadolu halkını örgütledi. 23 Nisan 1920’de Türkiye Millet Meclisi kurularak yeni Türk devletinin temelleri atıldı. Ardından topyekün başlayan milli mücadele 9 Eylül 1922’de İzmir’in alınmasıyla son buldu.

2.BÖLÜM: MODERN TÜRKİYE’NİN DOĞUŞU

Mustafa Kemal, modern Türkiye’nin oluşumunda büyük güçlere karşı konumunu kuvvetlendirmiş ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasında önemli bir rol oynamıştı. Cumhuriyetle birlikte Mustafa Kemal ve arkadaşları, ülkeyi geleneksel toplum kuralları ile yönetmek istemiyordu. Nitekim cumhuriyetin ilanından itibaren devrim süreci başlatıldı. Saltanatın kaldırılması, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçilmesi yeni Türkiye’nin oluşmasındaki en önemli yenilikler oldu. Fakat özellikle Latin alfabesine geçişte büyük sıkıntılar yaşandı. Osmanlıca bilenler bir gecede okuma yazma bilme hale geldi. Bu durum bir tartışma konusu olarak günümüze kadar gelmektedir.

Yeni cumhuriyetin ideolojisi de belirlenmişti. Mustafa Kemal’in “Ne mutlu Türk’üm diyene” sözüyle Türkiye’de yaşayan herkese Türk denecekti. Irkçılığı reddeden bir milliyetçilik anlayışı devletin temel ideolojisi olmuştu. Yine bu dönemden günümüze kadar tartışılan laiklik kavramı da bir ideoloji olarak benimsenmişti.

1923-1938 yılları arasındaki Atatürk döneminde yeni bir kimlik edinilmiş ve her alanda bağımsız bir millet oluşturulmaya çalışılmıştır. Bunun içinde 1930’lu yıllara kadar devletçilik politikası uygulanmış ve sanayileşmeye önem verilmiştir. Sanayileşme politikası sonucu tekstilden gıdaya bir çok fabrika kurulmuştu. Ulusal bir pazarın oluşturulması için bu dönemde ülke demir ağlarla örülmüştür. Bu dönemde Türkiye artık kendi kendini doyurabiliyor hatta bazı ürünleri de ihraç ediyordu.

Siyasi alanda yapılan yenilikler dönemin en önemli özelliğiydi. 1930’lu yıllarda kadınlara seçme ve seçilebilme hakkı tanınmıştı. Sekteye uğradıysa da çok partili sisteme geçiş denendi ve ifade özgürlüğü yaygınlaştı. Atatürk 1938 yılında öldüğünde cumhuriyet döneminde yetişmiş yeni nesil büyük bir endişeye kapılmıştı. Ülke idaresinin bundan sonra zorlaşacağı görüşü yeni neslin endişesi haline gelmişti. Bu sebeple Atatürk’ten sonra gelen yöneticiler, olgunlaşma dönemine girmiş olan bir ülkeyi yönetebilmek için kendi otoritelerini kurmak gibi zor bir görevle karşı karşıya kaldılar.

II. Dünya Savaşı cumhuriyetten bu yana ekonomik alanda elde edilen kazanımları bir anda zayıflattı. Çalışma saatinin uzatılması, tatillerin kaldırılması, dolaylı vergilerin arttırılması ülkeyi bir çıkmaza sürükledi. Ekmeğin karne ile verildiği yıllarda tarım ürünlerinin zorla toplatılması tüm sınıfları rejime yabancılaştırdı. II. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte İnönü, dünyanın değiştiğini fark etti. Almanya’nın yenilmesi Türkiye’de tek partili rejimin meşruiyetini zayıflatmıştı.

Demokrat Parti’nin 1946 yılında kurulmasıyla “Milli Şef” döneminin sonu gözükmüştü. Refah devleti sınırlandırmak, bireysel hak ve özgürlükleri geliştirmek gibi politikalarla yola çıkan Demokrat Parti halkın istediği şekilde hitap ediyordu. 1950 seçimlerinde demokratların kesin zaferi Türkiye’de bir dönüm noktası olmuştu. Çok partili seçimlerin ilk kazananı demokratlar ülkeyi umut havasına sokmuştu. Topraksız köylülere toprak dağıtılmış, makinalı tarıma geçilmişti fakat patlak veren mali kriz sonrası Menderes kredi arayışına girdi. Amerika’nın kredi desteği vermemesi üzerine altyapı, yol ve fabrika yapımı için ödenek arttırıldı. O dönemde NATO ülkesinden daha fazla harcama yapan ordunun harcamaları kısıldı. NATO ülkelerine eğitim için gönderilen genç subaylar Türkiye’de reform yapma isteği edindiler. Alt rütbeli subayların planları sonucunda 27 Mayıs 1960 yılında askeri darbe yapıldı.

Darbe sonrası 1961 yılında yeni bir anayasa hazırlandı. Ülke tarihinin en özgürlükçü anayasası olarak bilinen 1961 anayasası sonrasında ülkede sağ ve sol akımların çatışması yaşanmaya başladı. 1970’li yıllara gelindiğinde ülkenin hemen her yerinde sağ-sol çatışmalarından kaynaklı ölümler yaşanıyordu. Karışıklıkların artması üzerine komutanlar muhtıra yayınladı ve Demirel istifa etmek zorunda kaldı. Partiler üstü hükümetin kurulması için görevlendirilen Nihat Erim’in başarısız olmasıyla yerine Bülent Ecevit geldi. 1977 yılında Taksim’de 35 işçinin ölümü, milliyetçi camiadan gazeteci İlhan Egemen Darendelioğlu’nun, sol camiadan da gazeteci Abdi İpekçi’nin öldürülmesi yeni bir darbenin habercisiydi. Ayrıca dönemin Gümrük Bakanı Gün Sazak da evinin önünde öldürülmüştü. Kenan Evren’in “Kaybolan devlet otoritesinin yeniden tesis edilmesi için yönetime el koyuyoruz” cümlesiyle Türkiye yeni bir darbe dönemine girmişti. 1960 ihtilalinde olduğu gibi 1980 ihtilali sonrasında da yeni bir anayasa yapılmıştı.

Darbe sonrası birçok siyasi parti kapatılmış liderler tutuklanmıştı. Turgut Özal’ın Anavatan Partisi beklenmedik bir şekilde iktidar olmuştu. Yeni kamu yönetimi anlayışını benimseyen Özal, kamuda bir çok devrim niteliğinde düzenleme yapmıştı. Siyasi tutukluların yasaklarının kalkmasıyla Özal cumhurbaşkanı olmuştu. Bu dönemde Güneydoğu’da alevlenen kürt isyanı, İslamcıların seslerinin yükselmesi yeni bir askeri müdahale olacağını işaret ediyordu. Fakat hükümet anti-terör yasası çıkararak darbe seslerini kısmayı başarmıştı.

Kürt isyanlarının artmasıyla ordu PKK’ya savaş açmıştı. Bu dönemde “derin devlet” olarak anılan devlet-mafya arasındaki ittifak da Susurluk olayıyla gün yüzüne çıkmıştı. Ülkücü Abdullah Çatlı, Milletvekili Sedat Bucak, Emniyet Müdürü Yardımcısı Hüseyin Kocadağ Susurluk kazasında aynı arabadaydılar. Aydınlık için lambaların yanıp söndüğü bu karanlık dönem sonrasında siyasette İslamcılar etkin olmaya başlamıştı. Fakat post-modern darbe ile Erbakan’a siyasi yasak konmuş ve Refah Partisi kapatılmıştı. 1999 yılında PKK lideri Abdullah Öcalan’ın yakalanması ülkede milliyetçi hava artmıştı. Yapılan seçimlerde ANAP-MHP koalisyonu oluşmuştu. İlk hedefi ekonomiyi düzeltmekti fakat 1999 depremi ekonomik planları sekteye uğratmıştı. Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer ile Ecevit arasındaki kavga ve Sezer’in anayasa kitabını fırlatması ülkede cumhuriyet tarihinin en büyük ekonomik krizine neden olmuştu. 3 Kasım 2002’de yapılan erken seçimler sonucunda beklenmedik bir şekilde AKP tek başına iktidar oldu ve yeni bir dönem başladı.

İlgili Makaleler

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir


Başa dön tuşu